Üçüncü Göz

Bu bölümde üzerinde düzeltmeler yaptığım bazı yazıları paylaşacağım.

Beni Yıldız Tutar

Yazdıklarının içinde kaybolmuşluk kendine çeker ya insanı işte çekim yeniden başladı bizler için. Gözlerini dünyaya çevirmiş insanlar, aslında kendi hayal dünyaları içinde kaybolmuşluğun feryatlarını atıyorlardı. Ya bir aşık olurdu hayal edilen kişi; ya da kişiliğe büründürülmüş bir hayal. Ya da hep özlemini duyduğu şeylere sahip olan birine karşı duyulan aşk ile sarılırdı hayaller. Hayalleri sarmak, uzatmak kolay olanıdır da asıl zor olan gerektiği yerde kesebilmektir. Yoksa dipsiz bir kuyu bekler insanı. Gerektiğinde kesemezseniz eğer sırat köprüsünün altındaki boşluktan da derin bir uçurumda yuvarlanırken bulursunuz bir anda kendinizi.

Uzatım, çekim, kesim, düşüş. Hassas dengelerle yerleştirilmiştir bunların hepsi dünyaya. Tıpkı dünyadaki her şeyde olduğu gibi onlar için de bir denge mevcuttur. Şarkılarda mırıldanan ezgileri dinlerken farkına varmaz belki insan ama gene hayal dünyasında bir yerlere yolculuğa çıkmıştır. Beyni söküp atmak, düşünceleri de söküp atmak olabilirdi belki ama buna yetimiz yok. O yüzden daha başka çözümler aramak gerekmektedir. Sadece yakınıp ağlamak bir çözüm değildir ki zaten hiç bir şeyi de düzeltemez. Ama nasıl kurtulacağız? İşte sorumuz da bu değil mi zaten? Çözümü, kurtuluşu kimse bulamamış olsa gerek. Bulsa sanırım hepimiz kurtulmuş olurduk. Yok yok belki de bulan kişi bu mucizevi buluşu kendine saklamıştır. Olamaz mı? Hem o kişi nasıl da mutludur şimdi.

Arada bir kumar oynamak gerekir hayatla. Zarları yere atıp; kağıtları masaya serip denemek lazım bazen. Gelgelelim bunu yapabilecek cesaret herkeste de yoktur hani. Sonucu belki iyi olur; belki de kötü. Iyi olursa dünyalar sizin olur; kötü olursa başkasının. Hem devamlı dönen birşeyi kim ister ki zaten? Varsın başkalarının olsun. Eğer sonuç kötü olursa kızağa atlayıp gitmek gerekirir yıldızlara.

O da öyle demişti küçüğe. Küçük kızın cevabı ise; “ama beni yıldız tutar” olmuştu. Ne önemi vardı ki? –“Sen gel! Yanında ben varım. Ben seni korurum. Sen yeter ki gel, benimle ol!”

Ne gelen vardı ne de giden. Arada duyulan bir kaç ses kırıntısından başka bir şey yoktu ortada. Atlatılan bir kabustan sonra aslında hala bekliyordu. Neyi? Neden bekliyordu? O da bilmiyordu ki. Tüm dünya gibi o da bekliyordu. Kayan zaman kırıntılarını toplamaya çalışarak senelerini geçirmişti. Anlık zevkler, hazlar, kahkalar. Siyahi, şişman bir kadının dudakları gibi kalın ve tok. Girdaba yakalanmıştı bir kez. Keşke o girdap, onu oz büyücüsünün yanına taşısaydı da bu sayede uzaklara gidebilseydi. Belki, belki de yıldızlara da ulaşmış olurdu. Ama girdab döndükçe dönüyordu. Sonu gelecek gibi görünmüyordu. Sonunda bir ışık gördü. Seneler sonra ilk kez. Mavi gözlerden yansıyan ışınlardı bunlar. Filmlerden hatırladığı kadarıyla tanrı da mavi gözlüydü. Ama sakalı yoktu. Neden yoktu? Küçüklüğünde hayal ettiği tanrısına hiç ama hiç benzemiyordu. Tam bir hayalkırıklığı yaşamıştı. Ee geri dönebilirdi artık. Neden mi? Ardında kalanları görmek için.

Dönmüştü. Küçük şirin hayal kasabasına. Küçük kız hiç büyümemişti. Yanına geldiğinde suratından hiç düşmemiş olan sevimli gülümsemesi ile sordu:

–       “Aradağını buldun mu yıldızlarda?”

–       “ Benim aradığım cevap, ne orada ne de onda var. Sanırım kendim bulmam lazım” dedi. Arayışına devam etti. Ama zaman herkes için aynı hızla akmıyordu işte. Giderken kum saatinin kumlarını saklamayı unutmuştu. Artık bir şeyi aramaya gerek yoktu. Cevabın nerede olduğunu biliyordu çünkü. Üzerine düşeni yapması lazımdı sadece ve yaptı. Küçük kız, sadece olduğu yerden onu izledi. Sonra da kendi üzerine düşeni yerine getirdi. Sevimli küçük parmakları ile 2 tane metal parayı parıldayan gözlerin üzerine koydu ve her zamanki oynuna devam etti. Yalnız başına gülerek ve bekleyerek…

Burak KÜLÇE

05/04/2008

Yorum bırakın